Meşeli Kaya’nın çocukları

04:0012/08/2017, Cumartesi
G: 17/09/2019, Salı
Leyla İpekçi

Kızılcabölük’ten Gökçeler köyüne gelirken yüzümde az önce köyün eski çeşmelerinden kana kana içtiğim suyun berraklığı vardı. Avuçlarımda az önce Fatmana’nın kabrinde ettiğim duaların sessizliği. Gönlümde ise Kızılcabölük kabristanında Niyazi Mısri’nin “Derman arardım derdime / Derdim bana dermiş imiş” nutk-ı şerifinin yazıldığı mezar taşlarına rast gelmenin zevki vardı.Ege’nin saklı kıvrımlarında, derin vadilerinde, yeşil tepelerinde, makiliklerinde, antik taş yollarında izini hiç kaybettirmeyen

Kızılcabölük’ten Gökçeler köyüne gelirken yüzümde az önce köyün eski çeşmelerinden kana kana içtiğim suyun berraklığı vardı. Avuçlarımda az önce Fatmana’nın kabrinde ettiğim duaların sessizliği. Gönlümde ise Kızılcabölük kabristanında Niyazi Mısri’nin “Derman arardım derdime / Derdim bana dermiş imiş” nutk-ı şerifinin yazıldığı mezar taşlarına rast gelmenin zevki vardı.


Ege’nin saklı kıvrımlarında, derin vadilerinde, yeşil tepelerinde, makiliklerinde, antik taş yollarında izini hiç kaybettirmeyen bir hüzün vardır. Yıllar içerisinde kimi zaman uzun kaldığım, kimi zaman geçerken uğradığım iç Ege kasabalarında peşimi hiç bırakmayan hüznün içinde bolluğu, bereketi ve feyzi içime çekmişimdir. Ama o nefesin içinde gidip dönemeyenlerin, terk ederek gelip kalanların, gönüllü ve zorunlu sürgünlerin, özlemin yarası hışırdar durur yüreğimin yapraklarında.

Serin bir yaz ikindisinde, yazar Mehmet Gökçe ve eşi Nimet ablanın evinde, irfan sofrasındaydık. Tarladan az önce kopardığımız salatalık, domates, biber, yan komşuların tavuklarının taze yumurtası, çay, ekmek ve muhabbet. Az ileride çocuklar oynuyordu. Karşıda Babadağ, keçi sürüleri, ahlat ağaçları, dalından kopup toprağa düşmeyi bekleyen acı anılar...

***

Yıllar önce Batı Şeria’da üç bin yıllık Eriha şehrine doğru giderken yolda mevsimin en taze meyvelerini sepete doldurmuştuk. Hayatımda yediğim en lezzetli erik, şeftali, kiraz ve armudu kan ter ve gözyaşı kaplı Kudüs ve çevresinin bulunduğu bu topraklarda yerken de şimdikine benzer bir şey gelmişti gönlüme. Dökülen kan, can oluyor ve yeşertiyordu toprağı. Hiçbir şey yok olmuyor, kendi seyrinde kemâline yürümeye devam ediyordu.

Ege’nin aşağı Torosları’nda ne vakit uzun yürüyüşler yapsak taşın, otun, ağacın şahitliğini kendi dilime tercüme etmeye çalışıyorum. İnsanın üstlendiği emanetin devirden devire genişleyen külli mânâsının içinde olduğumu idrak etmeye... Varlığın miraç ede ede kendi nurunda sırlanışını okumaya çalışıyorum.

Fakat işte her seferinde eşyanın yüreğine nakşolunmuş o hüzne yakalanıyorum. İncirin, üzümün ermekte olduğu bugünlerde ahlatı, meşe palamutunu selamlarken Mehmet Gökçe’nin kitabına verdiği ismiyle ‘Meşeli Kaya’nın Çocukları’nın hasret ve hüznünü üzerime geçirdim.

***

Anadolu ıssız kalmış anaların, yetim büyümüş evlatların, gidip de dönemeyen yiğitlerin rüzgarla kulağımıza çalınan acıklı hikayesini anlatır durur. Bazen türkü, bazen şarkı olur, ninni olur, dua, ağıt, masal olur. Anadolu, kalbimizdeki anlamını gurbet ve sılanın canlı izleriyle oluşturdukları bu kültürün yüreklerdeki karşılığında olgunlaştırır en çok.

Mehmet Gökçe, Denizli Büyükşehir Belediyesi’nin kültür yayınlarından iki yıl önce çıkan eserinde Osmanlı’nın dağılış sürecinden cumhuriyetin erken döneminin sonuna dek kendi topraklarındaki seyri birinci el tanıklığıyla anlatarak tarihe çok kıymetli bir not düşmüş.

Yörük obalarının konargöçerliğinin, geleneklerinin, yaşayışlarının savaş ve işgallerle, Cumhuriyet ve yeni hayat tarzlarıyla yansıttığı dönüşümlerin izini sürmüş kitabında. Obaların, sülalelerin, köylü ve mahallelinin hayatını kayda geçirmiş. Özellikle teknolojik değişimin son hızla hayatımızın gözeneklerinden sızdığı ve kendimize olan bakışımızı yüzeysel bir biçimde dönüştürdüğü düşünülürse, böylesi kıymetli çalışmaların önemi yakın gelecekte daha da ortaya çıkacak.

***

Birinci Dünya Savaşı bittiğinde Osmanlı’nın silah bırakması, ardından Yunan’ın İzmir işgali ve işgalin Aydın, Afyon, Uşak gibi şehirlerle genişlemesi, zaten olmayan devlet otoritesini ortadan kaldırmıştı. Anadolu’nun her yerinde kanundan kaçanlar dağa çıkmış ve çete kurmuşlardı. Çeteler bulundukları yörelerde devlet otoritesi yerine geçmeye başlamıştı. Sayfaları çevirirken Hörüşen anaya denk geliyorum kitapta:

“Küçük Hacı Mehmet kızı Hörüşen de obasında ve diğer obalarda olduğu gibi, oğlan kardeşlerinin şehadetiyle tanışmıştı acı ölümlerle. Kocası Hacı İbrahim ve Hacı Hüseyin de Balkan harbinde tekrar askere alındığında geri dönmediler. Hacca gitme hazırlıkları yaparken şehit düştüğü için namı Hacı Hüseyin olacaktı.

Hörüşen ana, kocası ve dört kardeşinin acısını yaşarken üvey oğlu Hasan’ın şehadetiyle karşılaşır. İki oğlunu evlendirmiş, torunları olmuştu bu arada. Fakat onlar da arka arkaya cepheye gidip dönmeyeceklerdir. Kalan yetim dört torunu derken, küçük oğlu da ağabeylerinin ardından cepheye gidecek, dönmeyecekti.

***

Altı yıl içinde dört kardeşini, dört evladını ve kocasını yitiren Hörüşen ana kucağında yetim torunlarıyla kalmıştı. Kardeşlerinin yetimleri de cabası. Bütün obalarda durum aynıydı. Genç dul gelinler, yetim çocuklar, yaşlı birkaç dede. Ve ortada kalan sığır, keçi ve koyun sürüleri. Sürülecek tarla, değirmende öğütülecek buğday...

Derken... Bir sırra doğru çekildi tutunabilenlerin hayatı. Ne söz yetti anlatmaya, ne hatıra yetti anılmaya, ne gözyaşı hüzünlenmeye...

Evet Nimet ablanın sofrasında, gönülden gönle yollar döşeniyordu aramızda. O yokluğun, o kaybın üzerine kurulmuş yeni hayatın bambaşka zorluklarında bir kez daha unutulmakta olan sırrını paylaşmaya çalışıyorduk Anadolu’nun.

Gökçe ailesinin sofrası kadar gönlünü açması, kadim geleneği bugünün ruhunda canlandırıyordu. Bu toprakların mayasındaki melamet neşvesini çekiyorduk içimize. Meşeli kayadan inip neşeli sofraya kurulmuştuk.

Her lokmamızda ihya ediyorduk Anadolu’yu. Ki seven sevilen atalarla, evlatlarla, analarla dolu dolu idi. Derdini derman etmiş Hörüşen analardan Fatmana’lara, Nimet analara...

#Türkiye
#Birinci Dünya Savaşı
#Ege