Mescid-i Aksa’da, yıllar önce kıldığımız bir Cuma’da nasıl da kudret bulmuştu kalbim. Yanımda Gazzeli kadınlar, on yılların ihtiyar şehit yakınları, dünün taptaze yetim çocukları ile.. mağduriyet barikatını çoktan yıkmıştım. Mazlum olmanın ama hiç mağdur olmamanın ölçülüp biçilemez kudretiydi bu.
Kendimi bildim bileli beni terk etmeyen hüznüm daha önce pek bilmediğim bir güç gösterisine başlamıştı. Hüzünlü olmanın diplerinde bir yerde ilahi birlik duygusu vardı. Tevhid. Aslımızdan koparılmadan önceki halimizde gibiydik orada. Hüzün öncesindeydik.
Müthiş bir kendi kendine yeterlilik, hürriyet, kayyumiyet hissiyle donanmıştım. Miraç kandiliydi. Türkiye nerede, gelin artık diye yakınıyordu kadınlar. Ve mescidde sadece Türkler vardı! O vakit bir kez daha anladım. Kalbinizin attığı yere ait olursunuz. Ve sahiplenme hırsına gerek duymazsınız!
Evet kalbimiz Kudüs’te atıyorken, buraya gelmekle sınır ihlal etmiş, toprak işgal etmiş olmuyorduk! Gönüller birleşiyorsa bunun adı kucaklaşmaydı. Kalp açan bir amel olduğu sürece Kudüs’e girmek: Bunun adı fetihti, işgal değil.
***
Tarihte Kudüs’ten geçmeyen uygarlık yoktu neredeyse. Tevhid medeniyetinin cemal ile olduğu kadar celal ile bir bütün olduğunu ilk burada fark ettim. Buradaki sertlik, Batı Şeria’nın ne ironiktir ki aslında İsraillileri hapseden duvarı, şiddet, yıkım, beşeriyetin vicdanını bir pıhtı gibi tıkıyordu. Ama celal, bu haliyle cemalini açığa çıkarıyordu.
Taş medeniyeti yontula yontula tenzihlerden teşbihlere bütün makamları birleye birleye... Miraca yol buluyordu kalp. Bunca rivayet, efsane, kıssa, bunca ayet, bap, bunca inanç, meşrep, mezhep, bunca fitne fesat, mit... Hakkı zikretmeye, Hakka karışmaya müthiş bir yakîn sunuyordu.
“Hakkı bulmaz kalp içinde Zâtı insan olmayan” der şair. Gözyaşı ve kan ile yıkanan Kudüs, insanlığın hakikatine bir davetti, kendi başına bir aşk çağrısı. Gönülleri birleştiren bir tebliğ. Mekke Medine Kudüs üzerine yazdığım romanı da burada tamamladım. Bkz: Şehrim Aşk, H yayınları, 2014)
***
Musa aleyhisselam ve Firavun’dan Asurlara, Davud ve Süleyman aleyhisselam dönemlerine Beytü’l Makdis’in inşasına.. Yuhadileri sürgüne yollayan Babillilerin, Romalıların, Helenlerin, Haçlı seferlerinin, Sasanilerin, Emevilerin, Memluklerin, Osmanlıların insanlığa bıraktığı izleri barındıran bu şehirde ilk kez adalet duygusunun cemaliyle birlikte celalinden de tecelli edişine şahitlik ediyordum evet.
Kimseye ait olmamıştı bu şehir. ‘Kutsal’ın ne olduğunu burada fark ettim. Bugün Filistinlilere örgütlü zulüm yapan İsraillilere bile ait değildi Kudüs. Şehir kalptir. Ve kalbin sahibi Allah.
Babil kralı Nebukadnezar’ın ilk mabedi yıkmasından sonra, Herod, Hadrianus, Büyük İskender, Roma kralı Titus, Hz. Ömer, Halife Abdülmelik, Selahaddin Eyyubi, Yavuz Sultan Selim... Bir daha bir daha bakın kimin burada ne yaptığına. Adaletle hükmeden her kim, buranın fatihiydi. Zalimi değil.
***
İslam mimarisindeki ilk kubbeli eserlerden biri kabul edilen Kubbetü’s-Sahr’ın inşa edildiği ‘Kutsal Kaya’nın altında namaz kılacaktık. Tutunma ihtiyacı duymuştum. Ayetin tefsiri gibiydi. Resulullah’ın (as) Mirac’a yükselirken ayağını bastığı muallak taşı; göğe en yakın nokta. Yeryüzünün en yüksek noktası kabul edilen ve miracın saklı duraklarını da betimleyen kaya ile yeryüzünün en düşük rakımlı Lut gölü –ki yerin 800 metre altında- bu bölgede birleşmişti.
“Muhakkak ki biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına attık.” Nefsinden ruhuna, kalbine, sırrına, hakikatin nuruna... Hepsi bütündü. Varlığın yek vücud olduğunu, Mescid-i Aksa denilen en uzak mescidleri bir rekatta Mescid-i Haram (Kabe) olan en yakına / gönle getirmenin sırrı Kudüs’teki namazlarda açılmaya başlamıştı.
Bir kıbleden diğerine, hepsi aynı yüz idi, nereye dönersen dön.. Hicaz’da, İki Kıble Mescidi’nde Hac zamanı ettiğim bir dua idi bu. Ah gönül; ki Hazreti İnsan! Kudüs’te Şam Kapısından geçerken dilime dolanıverdi. Ihlamur kokuyordu ortalık. Sahabe mezarları, peygamberler, makamlar, türbeler derken... Müslüman olduğumu (elhümdulillah) en fazla hissettiğim yer olmuştur Kudüs.
***
Dünyanın barış çağırısı yapılan ve insan hakları bildirgeleri okunan Batı’larında çok bulundum. Okudum, yaşadım, sevdim, sevildim. İnsanlık hakikatini oluşturan kültürlerin, geleneklerin, inançların illa melezleşmesinde, iç içe geçerek illa belli bir senteze uğrayıp manasından soyunmasında bulur Batı kendi varoluşunun selametini.
Ve aslında hepsini kendine benzetmesi üzerine kurulu bir gizli / aleni tahakküm putu vardır Batı’nın ruhunda. Hoşgörü filan hep “bir gün benim gibi olacaklar” önkabulünün eseridir.
Siyaseten sömürürken öteki denilen yabancıya kendine benzediği oranda tahammül edilir. (Oysa tevhid medeniyetinin mayasında yabancı / ağyar yoktur.) Ruha yolculuk, nefsin sığ katmanlarında çıkılan bir keşif gezintisi olur batıda daha ziyade, yönsüzlüğün tavaf edildiği bir ibadet değil!
İşte İslam bu şekilde bir türlü ‘kendi’ olamamıştır bugünün Batı’sında. Gerçi Doğu’da da en az bu kadar sorunu var tevhid şuuru eksikliğinin. (Bunu kültür, medeniyet, maneviyat, gündelik hayat bağlamında defalarca yazdık, yazıyoruz, bahsi diğer!)
Ama ne Doğu ne Batı ile sınırlanan Kudüs’te tanık olduğum şu oldu: Burada İslam’a en karşı olanlar bile onu kabullenmişti. Karşı çıkılırken var edilmekteydi İslam. Zihinlerde, gönüllerde hiç durmadan zikrediliyordu. Nasıl olmasın ki! (Devam edeceğim inşallah.)
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.