Bilgiyi dünyevi manevi diye böldü modern dünya. Evet bölünebilir tabii istediğimiz kadar. Ne kadar bölünse de aslında parçalanamıyor. Çünkü bilmenin üst sınırı yok.
Gelgelelim küresel batı değerlerinin bu ‘çokluktaki bir’ veya ‘birdeki sonsuzluk’ algısını tam ortadan ikiye bölme eğilimi yüzünden dünyevi ve uhrevi olanı birbirinden ayrı kabul etti modern toplum.
Madde ile manayı birbirinden kopardı. Yeryüzü ile gökyüzünü, zahir ile batını hep böldü, böldü. Bunun yansıması olarak hayatımızın tamamına yayılan bir ikilikler topluluğu, gönlümüzdeki bütünlük algısını da perdeledi, perdeliyor.
Bilgiyi de işte böyle sınırlıyoruz Mesela laboratuvar deneyimlerinden ibaret bir bilimselliğe mahkum ettik kanıt peşinde koşacağız diye, sebeplerle sonuçlar arasında.
Bugünün dindarları da bundan münezzeh değil tabii. Maneviyatı kendilerine atfedip sekülerliği dinsizlere bırakıyorlar büyük ölçüde. Bu da aynı ikilik algısının ürünü. Halbuki hayat tecrübesi bizi her seferinde bunların iç içeliğine şahit tutuyor.
Maneviyatın seküler mizaçlılarda çok yoğun yaşanabildiğine de, en dinsiz olduğunu iddia eden kişilerdeki müthiş gönül açılımlarına da pratikte tanık olup duruyoruz her devirde.
Tevhidi bakış ise gerçeği madde ve manayla bir bütün olarak görür. Belki yalnızca vahdet yolcularının bilmeye çalıştığı ve vahdet ehlinin ispat ettiği bir gerçek var insanın kalbinde. Zat sırrının kelimesiz tecellisi. İnsan olma yolculuğu aslımızdaki nurla kuşandığımızın idrakine doğru. Merhale merhale. Adım adım. Hece hece.
***
Fakat tevhid geleneğimizdeki ‘bütüne bütünden bakıp bütünü bulabilme marifeti’ bilgiyi de bilimsel ve manevi diye bölmeye başlamamızla unutuldu, unutuluyor hızla. Ya: Bilimsel bilginin maneviyatı dışladığı varsayılıyor. Ya da: Kalp ilmine girdiğimizde bilimsel bilginin dışına çıktığımızı sanıyoruz.
Oysa gerçeğin özü hiç değişmez. Her şeyde mevcut. Ama tam olarak şudur denilemez, O her şeydedir ama hiçbir şeye benzemez. Yoksa sınırlamış oluruz. Gerçeği.
Bilginin bütünlüğüne bizi ulaştıracak olan nefestir. Bu nefesi kaynağından çektiğimizi bize unutturan küresel dünyanın ve vahşi kapitalizmin yol açtığı bunalımlar sadece yeryüzünü tahrip etmiyor, insan fıtratını da tıpkı genleriyle oynanmış tohumlar gibi bozuyor.
Hatırlamak için maddenin de mana olduğunu, dışarısının da içeriye dahil olduğunu, sen’in de ben olduğunu bize öğretecek ‘daha iyi bilene’ ihtiyacımız var. Ol üstad ki, emaneti Resulullah veçhesiyle ehlinden alıp ehline vererek, halifeliğini ispat etmiş hazrettir. Her an huzurda. Hazır. Hızır. Temsil ettiği hayat suyunun kaynağı. Nefes.
Nefsimizin sığ katmanlarında debelenip durmakla en iyisini ben bilirim kibrinden kurtulmamız için bu nefese talip olmamız gerek öncelikle. Bu da yetmez. Hem talip hem tabi olmak gerek. Hızır’la yolculuğa tabi olmadan nefsindeki sırrı açmak imkansız. Musa gibi bir peygamber de olsanız, size Hakkı hakke’l yakin bildirecek bir Hızır’a (mana adamına) ihtiyacınız vardır.
Çünkü gerçeğin iç yüzü ledün diliyle bilinir, ki kalbin anadilidir bu. İslam’ın özünde olan bu ledün ilmi zerreden küreye eşyanın hakikatidir. Sonsuzluğuna dalarsınız bir’in. İçi var, içi var her daim.
***
İşte bu hafta gösterime giren Buğday filmimizin (ki eşim yönetmen Semih Kaplanoğlu ile birlikte yazdık senaryosunu) temelinde tam da bu var: Bilginin bilimsel manevi diye ikiye bölünmesiyle oluşan yanılsamaların nefesimizi nasıl kestiği.. Bizi helak olmuş şehirlere, modern kadavra medeniyetlerine nasıl mahkum ettiği... Nefesi aslımızdan çektiğimizi idrak edebilmek için nasıl üzerimizdeki benlik kabuğunu kırabileceğimizi... Adım adım, hece hece, seve seve...
“Kuran’daki Kehf suresinin Hz. Musa ve Hızır kıssası sanırım bu sorgulamaların temellendiği kaynaktır” diyor Kaplanoğlu bir söyleşisinde:
“Bilgi tek yönlü değildir. İnsanoğlu yaratıldığından beri ona bildirilen ve taşımayı kabul ettiği, büyüttüğü, genişlettiği, devredip devraldığı bir bilgi daha var. İşte bunların devre dışı kalması bizim dünyayı tüketmemize, doğaya zulmetmemize yol açıyor. Ağacın ve toprağın manasını bilsek, hatırlasak böyle olmaz.”
Filme her şeyin özündeki nurun zerreden küreye alemdeki her şeyde mevcut olduğu ve insanda kemale erdiğini, Hızır mertebesindeki kamil insanda alemdeki her şeyin yansıması olduğunu... Bu tevhidi, bu bütüncül bakışı işlemeye çalıştık günümüzdeki kan ter ve gözyaşı içeren olaylara yaslanarak.
***
“Hakikatin hem maddi hem manevi yönü var. Sinema da böyle olmalı. Sadece görüntüden ibaret değil. Ve görünenin düz okunmasından ibaret değil. Manası içinde.” Böyle diyor Kaplanoğlu.
Ve sinemanın, yukarıda anlattığım ledün dilinin açılımları olduğuna değiniyor. (Ya da belki bu acizane benim onun dediklerinden ve birlikte yaşadıklarımızdan anladığım!)
“Mananın görüntüsünden yola çıktım” diyor Buğday’ın nasıl yetiştiğini anlattığı bir söyleşide: “Ben filmlerimin bir rüya / mana halinde olmasına çalışıyorum. Bir hal anlatmasını istiyorum. Çünkü o zaman ancak mananın görüntüsüne ve tecelli edişine dair bir şeyler söyleyebiliyorum. Esas film yapmak benim için bu demek. Gerçeği kendi manamda keşfedip ifadeye büründürmek.”
“Mana, tabir gerektirir. Gerçekteki manayı aramayan, üstündeki örtüyü kaldırmayı amaçlamayan filmler zaten gönlümüzde bir tabir duygusu oluşturmaz ve bizim dünyayla ve eşyayla kuracağımız ilişkiyi eksik brakır. Dünyayı mana üzerinden okumamızı engeller. Bu sebeple de bu tarz sanat yapıtları eksiktir diye düşünüyorum.
Mana olup durmaktadır. Kün emrinin içindeyiz. Bunu hissettirmeli. Seyirci böyle filmler yapabilirsek kendi manasına ve dünyasına böyle bir tabir ile bakabilir.”
Evet gerçeği tabir etmek demişken Buğday’daki “nefes mi buğday mı” sorusunun cevabı bütün ikilikleri içeren bir sırra döndürecek kendini beyazperdede izlemeyi isteyenlere!
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.