Öğrenilmiş çaresizlik cümleleri

04:0016/12/2017, Cumartesi
G: 18/09/2019, Çarşamba
İsmail Kılıçarslan

Kavramın tam o anlama gelmeyeceğini bilerek, fakat derdimi anlatmak için çok işime yarayacağını bildiğimden diyorum 'öğrenilmiş çaresizlik cümleleri' diye. Ve aşağı yukarı şu anlama gelecek şekilde kullanıyorum: Meseleyi kapatıvermek için sarıldığımız, kendisine inandığımız anda o meseleyle ilgili herhangi bir ek bilgiye ihtiyaç duymadığımız, yargısını içinde barındıran 'kesin inanç cümleleri.'Ençok tarih ve siyaset alanında ihtiyaç duyuyoruz böyle cümlelere. Bir de önemli şahsiyetler konusunda

Kavramın tam o anlama gelmeyeceğini bilerek, fakat derdimi anlatmak için çok işime yarayacağını bildiğimden diyorum 'öğrenilmiş çaresizlik cümleleri' diye. Ve aşağı yukarı şu anlama gelecek şekilde kullanıyorum: Meseleyi kapatıvermek için sarıldığımız, kendisine inandığımız anda o meseleyle ilgili herhangi bir ek bilgiye ihtiyaç duymadığımız, yargısını içinde barındıran 'kesin inanç cümleleri.'


Ençok tarih ve siyaset alanında ihtiyaç duyuyoruz böyle cümlelere. Bir de önemli şahsiyetler konusunda yetişiyorlar genellikle kullananın imdadına.

Türkiye’de en yaygın kullanılan iki 'öğrenilmiş çaresizlik cümlesi'nin de aynı isim yani Abdülhamit Han için kurulduğunu söyleyeyim de derdim anlaşılsın. Anladınız tabii. İlk cümle 'Ulu Hakan Abdülhamit', ikincisi ise 'Kızıl Sultan Abdülhamit.'

Bu iki cümle de aynı işlevi görüyor: Kuranın, Abdülhamit’i hiç tanımaksızın onun hakkında bir fikir sahibi olmasını sağlıyor. Bir süre sonra da Abdülhamit’i tanımamızı külliyen engelliyor. Çünkü öğrenilmiş çaresizlik cümleleri en nihayet herkesin 'kampına çekilmesi' sonucunu doğuruyor ülkemizde.

Abdülhamit Han için, “niçin polisiye roman merakı vardı?” ve “niçin ikindi kahvesi içmeye bayılırdı?” sorularını sormak bile, evet bu önemsiz gibi duran soruların peşine düşmek bile onun için Ulu Hakan ya da Kızıl Sultan yargılarında bulunmaktan daha çok yarayacak hâlbuki işimize. Fakat bunu yapmak yerine kampına, mahallene, mevziine çekilip “Abdülhamit’i paketlemek” daha kolay elbette.

“İslâm akıl dinidir” cümlesi, benim en sevdiğim 'öğrenilmiş çaresizlik cümlesi'dir. Genellikle “İslâm’ın bilimle, teknolojik gelişimle bir alıp veremediği yoktur. İslâm insan aklına değer verir” cümlelerinin başarısız bir açılımı olarak kullanılan bu cümle, birtakım tezleri kolayca tekrara ve İslâm hakkında bir yanlış anlaşılmalar galerisini engellemeye yarıyor güya. Fakat asıl işe yaradığı alan İslâm aklını, İslâm-akıl ilişkisini, Müslüman bireyin aklını kullanma yöntemlerini tartışılamaz, üzerine düşünülemez hale getirmek.

“İslâm akıl dinidir” cümlesi her türlü teknolojik gelişimi ve teknolojik gelişime bağlı olarak ortaya çıkan her türlü zırvalığı bu cümle üzerinden aklamak için kurulur, kullanılır. Böylelikle her teknolojinin kendi ideolojisi ile geldiği gerçeğini tartışamaz hale geliriz. “İslâm bilimsel ilerlemeye karşı değildir ki” genellemesiyle determinist aptallar haline geliriz. İlerlemeci zevzeklik bizi 'her türlü teknolojik gelişimi canhıraş şekilde destekleyen şuursuzlar'a dönüştürür. Bugün 'bilimsel gelişim ve teknolojik yükselme miti'ni eleştirmeye cesaret edebilen Müslüman sayısı çok az; bu aptal miti destekleyen Müslüman sayısı ise milyonlarcadır. “Ne ki gelişiyor, o mutlaka iyidir” cümlesi de bir başka öğrenilmiş çaresizlik cümlesidir zira.

20. Yüzyıl boyunca Müslümanlar'ın siyasi olarak sığındıkları, “ama biz çok zayıfız, çok güçsüzüz, bir şey yapamayız” cümlesi ise öğrenilmiş çaresizliğin dik alasıdır.

Küresel emperyalizmin başarabildikleri sayesinde 20. Yüzyıl boyunca Müslümanlar elbette 'en dezavantajlı gurup' ve 'dünyanın gerçek ötekisi' oldular, 21. Yüzyılda da bu değişmiş gibi durmuyor henüz. Bunu elbette biliyorum. Ancak yenilgiyi kabullenmek, yenilmeyi adeta bir yazgı, bir kader gibi içselleştirmek de anlaşılır gibi değildir. Bu, “zayıfız, güçsüzüz, bir şey yapamayız, bizden bir şey olmaz” cümleleri de bu gerzekliği rahatça içselleştirebilelim diye vardır.

Yeri gelmişken bir parantez olarak söyleyelim. “İslâmcı kime denir?” sorusunun cevaplarından biri de “yenilgiyi apriori olarak kabul etmeyen Müslümana denir” şeklindedir. Dikkat isterim. Yenilgiyi kabullenmemek, 'yenebiliriz' fikrinin de başlangıcıdır elbette; ancak bundan daha da önemli olarak bir mevzii, bir siper, bir direniş hattı oluşturmanın da ön şartıdır aynı zamanda.

Örneğin Filistin konusunda yediğimiz gollerin tamamını tam da bu öğrenilmiş çaresizliğimiz üzerinden yiyoruz. Çarşamba gün yapılan toplantıda İslâm ülkelerinin tamamı, “kapattık lan İsrail’e hava sahalarımızı” deseydi, diyebilseydi gerçek bir mevziden, dahası gerçek bir mevzudan söz edebilecektik. “İslâm ülkelerinin tamamının oluşturacağı bir askeri güçle Kudüs’ü ve Filistin’den geri kalanı garantörlüğümüz altına alıyoruz” diyebilseydi İslâm ülkeleri… Diyemediler fakat. Kendi büyük öğrenilmiş çaresizlikleriyle kalakaldılar yine. Yine baharın yükü Türkiye’nin omuzlarında kaldı. Eh, o bir çiçekle baharın gelmesi, gelebilmesi için de dua etmek düştü bize.

Üzgünüz böylece.

#Abdülhamit Han
#Kudüs
#Filistin