Kavuşma

04:0010/12/2017, Pazar
G: 18/09/2019, Çarşamba
İsmail Kılıçarslan

Havalimanında bekleyerek geçen dört saatin ardından girebilmiştik şehre. Çok yorulmuş, epey acıkmıştık. Saatimi kontrol ettim kalacağımız otele doğru ilerlerken. “Yatsı da kaçacak, sabaha kalacak kavuşma” diye mırıldandım.İstanbul’a bahar gelmemişti ama burası neredeyse yazdı. Otelin bahçesindeki masalara oturup inceden muhabbete çöktüğümüzde ta ilerde, ışıklarını seçtim oranın. Uzakta bir sevgili gibi geldi bana. Göz kırpıyor, işmar ediyor, “gelsene artık” diyordu.Basık, boğucu, uyutmayan bir bahar

Havalimanında bekleyerek geçen dört saatin ardından girebilmiştik şehre. Çok yorulmuş, epey acıkmıştık. Saatimi kontrol ettim kalacağımız otele doğru ilerlerken. “Yatsı da kaçacak, sabaha kalacak kavuşma” diye mırıldandım.


İstanbul’a bahar gelmemişti ama burası neredeyse yazdı. Otelin bahçesindeki masalara oturup inceden muhabbete çöktüğümüzde ta ilerde, ışıklarını seçtim oranın. Uzakta bir sevgili gibi geldi bana. Göz kırpıyor, işmar ediyor, “gelsene artık” diyordu.

Basık, boğucu, uyutmayan bir bahar havası ile boğuşmama; bu yüzden de sadece 2 saat kadar uyuyabilmeme rağmen saatin ilk 'tık'ı ile dikildim ayağa. Bizi bekleyen minibüse oturup yasladım kafamı cama.

O susamlı ekmeklerin geceyi zarif ve çok keskin bir bıçak gibi yarıp atan eşsiz kokusunu anlatabilmek ancak Suskind’i kıskançlıktan çatlatacak bir roman yazmakla mümkün olabilir.

Sokaktayım. Olmayı en sevdiğim yerde. Ekmek kokusundayım. Duymayı en çok sevdiğim kokuda. Ve bir incecik yokuştayım. Nefesimi bu şehrin nefesine uydurma telaşında.

Belli belirsiz bir zikre dönüştürüyor yokuş nefesimi. “Hu” diyorum. Her “Hu” başka bir “Hu”nun habercisi oluyor. Zikir nefes, nefes zikir ve enfes bir gecenin dibi... Ölecekse böyle ölmeli insan. Yaşayacaksa böyle yaşamalı.

Sağımdan solumdan insanlar akıyor. Geziye birlikte gittiğimiz heyet de dâhil olmak üzere hemen herkes o karanlığın içerisinde ‘anı’ fotoğraflama derdinde. Hayır. Kimseyi eleştirecek değilim. Burada, bu mukaddes beldenin tam ortasında dünyanın eleştirilmeyi ençok hak eden insanı benim o dakika. Aciz, bütün adımları kusurlu…

Yokuş bitti şimdi. Bir düzlüğe eriştim. Nefesimi salıp bırakmayı bir kenara bırakarak dilimi damağıma yapıştırdım. Ağır ağır ilerliyorum. Sanki bir büyü denizinin dibinde, bir adımım diğerini dakikalarca bekliyormuş gibi yürüyorum. Sevgilinin işmarını dünden gördü ya, “kavuşmak geciksin ki lezzeti artsın” diyor adımlarım.

İnsanlar akıyor sağımdan solumdan. Bunu zaten yazmış mıydım? Ben bu anı, daha önce de yaşamış mıydım? Hayır. O halde niçin bu an, sanki daha önce bin kez, iki bin kez, bir milyon kez yaşamışım gibi geliyor bana? Olsa olsa 'fıtratımıza konuluvermiş olan o eşsiz duygudan' kaynaklanmaktadır bu. Hem ilk kez görüp hem de zaten bininci kez görüyormuş gibi hissetmem yani. Tersi de mümkün. Bininci kez görsem de her seferinde ilk kez görüyorum galiba…

Kavuşuveriyoruz. Öyle birdenbire. İşte içerdeyim. İşte sağımda çeşitli renklerdeki namaz kıyafetleri ile bir çiçek tarlasına benzeyen kadınlar var. İşte etrafımda, yüzlerine 90 yıllık hüzün birikmiş Filistinliler var. Hüzün ve vakar… Ençok bunlar var. İşte burası Mescid-i Aksa’dır. İşte burası, dünyada insanın kendisini evinde hissetmeye en çok yaklaştığı birkaç mekândan biridir. Süleyman’ın kutlu emaneti, selamın ve hürmetin kendisine ait olduğu Resullullah’ın gölgeliğidir. Buraya adımımı attığımda içimdeki o yükselme hissi de O’ndan mirastır şüphesiz.

Dilim damakta, kalbim dilimde, dilim lal. Sessizlik. İnsanı içinden bile konuşsa gürültü yapacakmış gibi hissettiren çığlık çığlığa bir sessizlik.

Burada ağlamam mı gerekiyordu? Evet. Ve hayır. Burada direnmem mi gerekiyordu? Evet. Ve hayır. İşte ezan, işte kamet, işte farz, işte secde, işte ikinci rükûdan sonra edilen dua…

Ve işte tüm bu anların arasında, “galiba birinin telefonu çalıyor” diye düşündüğüm sesler. “Galiba pekçok insanın telefonu aynı melodiye ayarlanmış” dediğim sesler. Mescidin her yanından… Önce kanat, ardından kuş ötüşü sesleri.

Başımı kaldırıyorum sonra. Bir 'şey', hızla geçip gidiyor gözümün önünden. Sonra bir 'şey' daha… Kuş bunlar. Kırlangıç. Aksa’nın kırlangıçları. Tavanda karşılıklı duran süslü ağaç kolonların birinden diğerine, gözünüzü açıp kapatana kadar geçebilen kırlangıçlar. Takip etmekte zorlanacağınız kadar hızlılar. Bir an ordalar ve bir an yoklar. Şarkıları var sadece. Kulak verip duymak isterseniz…

Şarkımızı almak istiyorlar elimizden. Bizse kırlangıçlar kadar olamıyoruz. Hikâyenin ana fikri budur. Diyeceklerim bundan ibarettir.

DİKKATLİ OKURA NOT:
Yazıdaki bazı paragraflar, 29 Mart 2015 tarihinde bu sütunlarda yayınlanan “Aksa’nın Kırlangıçları” başlıklı yazımdan alıntıdır.
#Yaşama
#Tasavvuf