Ateşe iki odun

04:002/07/2017, Pazar
G: 17/09/2019, Salı
İsmail Kılıçarslan

‘Ben metropol, şehir, kaldırım, wi-fi, akıllı telefon, kaotik atmosfer seven biriyim. Öyleyse niçin kuş uçmaz kervan geçmez bu yaylada, Elmalı’da içimi mutluluğa çok benzeyen bu his dolduruyor?’Yalazlanan ateşten kürekle köz alıp semaverin altına koymaya çalışırken düşündüm bunu. Ne kadar uzun süredir çaya sadece ‘çay verir misin’ cümlesinin ardından sahip olduğumu da.Aşağıdaki dereye yürüdüm sonra çocuklarla. Bir kişinin ancak geçebileceği o kalas köprüden korka korka karşıya geçtim. Dereye taş

‘Ben metropol, şehir, kaldırım, wi-fi, akıllı telefon, kaotik atmosfer seven biriyim. Öyleyse niçin kuş uçmaz kervan geçmez bu yaylada, Elmalı’da içimi mutluluğa çok benzeyen bu his dolduruyor?’

Yalazlanan ateşten kürekle köz alıp semaverin altına koymaya çalışırken düşündüm bunu. Ne kadar uzun süredir çaya sadece ‘çay verir misin’ cümlesinin ardından sahip olduğumu da.

Aşağıdaki dereye yürüdüm sonra çocuklarla. Bir kişinin ancak geçebileceği o kalas köprüden korka korka karşıya geçtim. Dereye taş attım çocuklarla. Kamış buldum. Ney gibi tuttum ağzıma. Sanırım ‘kız ney’ dedikleri boydaydı. Kılıçcılık oynadık kızımla. ‘Ama senin kılıcın bambu olduğu için daha avantajlısın’ dedi bana. ‘Aslında o bir kılıç değil ney’ dedim.


Dereden yukarıya, elime geçirdiğim ağaca dayana dayana usul usul yürürken ‘asa’ meselesine kafa yordum. Eğer Peygambersen, ermişsen, evliyaysan elindekine ‘asa’ derlerdi. Değilsen baston. Demek ki bastonla asa arasında yaşlanmakla olgunlaşmak arasındakine benzer bir fark vardı. ‘Kırk yaşına geldin oğlum İsmail, ama seninki baston işte’ diye düşünüp gülümsedim yeşile karşı.

Nefes nefese kaldım ateşin yanına tekrar varınca.

Musa, elinde küçücük bir tabak dağ çileği ile çıkageldi. ‘Bahçeden abi’ dedi. Çilek dişlerimin arasında ezilip bütün rayihasını ağzıma boca ederken şehirde çocuklarımızın çilek sanarak yedikleri o meyveye de, çocuklarımıza da üzüldüm.

Bahçeyi gezdik. ‘Şunlar mavi yemiş, şunlar soğan, şunlar patates, şunlar çilek…’ Birisi isimlerini söylemese asla ne olduklarını bilemeyeceğim bir dünya bitki.

Bu noktada sizi muhteşem bir manzaraya davet etmek istiyorum. Hayır hayır, Elmalı Yaylası’nın dört bir yanındaki sonsuz yeşillikten bahsetmiyorum. Ona gözünüzün alışması için epey zamana ihtiyacınız olacak.

Manzara şu: Üç çocuk, kumdan bir tepeciğin üzerine çıkmış, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarmış, kum oynuyorlar. ‘Bu çocuklar yaylada çok sıkılır’ dediğimiz veletler bunlar. Şehrin çocukları… Anladım ki çocukluğun doğası budur. Anladım ki kumdan yapılmış bir kale de, birbirlerine kum atmak da, kumda çılgınlar gibi sağa sola yuvarlanmak da oyunun kendisidir onlar için. Ellerine verdiğimiz o tüm akıllı cihazlar belki de çocuklarımızdan en çok bu fıtratı, bu yaratılış nüktesini çalıyordur.

Pişen etlerin yanında sırasını bekleyen Akbaş’a baktım. O bile şehrin sahipli, semiz, bakımlı köpeklerinden farklıydı. Sıskaydı, arsız değildi, sırnaşık değildi. Daha doğrusu sırnaşmayı bilmiyordu, öğrenmemişti. Mütevekkil, sırasını bekliyordu sadece.

Haznesine köz attığım çayın ilk yudumunu alırken Musa yeniden geldi. Aşağı köyden o sabah toplanmış şeftalilerle bir büyük bardak çayı takas ettik.

Önümden keçi sürüsü geçti. Az önce sessizce sıranın kendisine gelmesini bekleyen Akbaş bu kez görev bilinciyle doluydu. Kuyruk dik, gözler ilerde. Bütün derdi keçilerin salimen ağıla teslimidir. İnandım.

Şurada bir de at olaydı ne vardı? Atlardım üzerine. Dedem Osman’ın, atam Oğuz’un ‘hayda’ dediği gibi ‘hayda’ der, bir tepeye çıkar, bundan yüz yıl, iki yüz yıl, üç yüz yıl sonrasını hesap ederdim.

Şehre yorgun fakat muzaffer bir komutan gibi girerken kendi kendime dedim ki ‘o eline aldığın sopaya sahip çık. O sopaya dayana dayana, yavaş yavaş uy toprağa. Çünkü toprak insana göreyse insan da toprağa göredir.’

#Metropol
#Şehir