orumluluğu kabul etmek ve cezaevinden çıkmak için en hızlı yol Amerika ile iş birliği yapmaktı.”
Bu cümle New York’tan uzun zamandır buralara kadar ulaşan pis kokular arasından duyuldu. Rıza Zarrab’ın cümlesi bu ana kadar eksikleriyle birlikte
“doğruluk payı” olan tek cümle.
Doğruluk payı diyorum zira Zarrab’ın Türkiye’den nasıl çıktığıyla ilgili önümüzdeki günlerde elde edeceğimiz bilgiler bu cümlenin de “doğru” olmayabileceğini gösterebilir.
Şu ana kadarki bilgilerimizle değerlendirdiğimizde,
Zarrab 90 yıldan “yırtmak” için “işbirlikçi”, “itirafçı” hatta “iftiracı” olmayı seçmiş! Belki Türkiye’den ayrılmadan önce başka şeyleri de seçmiştir, kim bilir?
Onu teslim alan
Amerikan yargısıysa, ne yapıp edip Türkiye’yi, meşru iktidarı ve lideri Erdoğan’ı köşeye sıkıştırma peşinde.
17/25 Aralık 2013’te FETÖ’cü polis ve yargı mensuplarınca yapılmak istenen neydiyse New York mahkemesince bugün yapılmak istenen o.
Adını koyalım,
“Kontrol edilebilir bir Türkiye”
istiyordu FETÖ’cüler. Başaramadılar. 15 Temmuz’da darbe ile bunu yapmak istediler. Yine başaramadılar. Arkalarındaki
kurmay zeka bu kez başka bir yöntem deniyor,
belli!
Bugün Amerikan adalet sistemini kullananlar Türkiye’yi bir kez daha teslim almak istiyor; çünkü...
Çünkü, Türkiye iddia sahibi bir ülke olsun istemiyorlar.
Çünkü, Suriye’de Amerika’nın tezlerinin dışına çıktık.
Çünkü, hava savunma sistemi başta olmak üzere NATO’nun güvenlik şemsiyesinin yeterli olmadığını gördük ve gereğini yaptık.
Çünkü, tam bağımsızlığın ekonomik bağımsızlıktan geçtiğini bildik. Önümüze koyulan, tüm “tehditlere” rağmen adımlar attık.
Çünkü, “uzat boynunu” denildiğinde, “hayır” dedik.
Ortadoğu’da Amerika ve müttefiklerinin dizaynına karşı çıktık.
Mega projelerle ekonomik bağımsızlık yolunda dev adımlar attık.
Kimilerine göre “safra” olarak görülen ne kadar “bize ait” unsur varsa onlar ile Türkiye olduğumuzu dünya aleme ilan ettik.
Çünkü, bölünmeyi reddettik. Çünkü, önümüze koyulan haritalara karşı, haritalar koyduk.
“ERDOĞAN BİZİMLE HALKIYLA
KONUŞTUĞU GİBİ KONUŞUYOR”
Kasım ayı başında Başbakan Binali Yıldırım ile
’ya gitmiştik. Orada görüştüğümüz çevrelerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik tepkilere yakından şahit olduk. Ama en dikkatimi çeken şu olmuştu.
Washington’da yaşayan bir Türk gazeteci
şöyle bir cümle kurdu,
Buradaki yetkililerle görüştüğümüzde bize şunu söylüyorlar
: Erdoğan, halkıyla nasıl konuşuyorsa bizimle de öyle konuşuyor. Bu kabul edilir bir şey değil.
”
Burada dursun hele bu cümle…
“ERDOĞAN BİZE YALTAKLANMIYOR,
DUYMAK İSTEDİKLERİMİZİ SÖYLEMİYOR”
Şunu da hatırlayın:
girişiminden
Amerika’nın eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey,
Hürriyet’e konuşmuştu ve aynen
“Erdoğan Washington’da sevilmiyor. Erdoğan Avrupa’da da sevilmiyor
. (…) Batı daha önce Erdoğan’dan daha otoriter olan çok liderle muhatap oldu, olmaya da devam ediyor. Ama fark şu:
her koşulda
.
(…) bizimle aynı değerleri paylaşıyormuş gibi yapıyorlar. Erdoğan ise bizimle çatışıyor, çelişkilerimizi yüzümüze vuruyor, dostumuz olmaya çalışmıyor
. Ondan daha otoriter liderler ise
dostumuzmuş gibi poz yapmakta beis görmüyor
. Çok yakın zamana kadar Putin bile böyle davranıyordu.
Erdoğan Washington’da bu yüzden sevilmiyor.
(…) Herkes sürekli Erdoğan’a kızgın çünkü bizi iyi idare etmiyor
. Fakat
biz en riyakâr ve suni kişiler tarafından bile de olsa iyi idare edilmeye alışmışız
. Bize duymak istediğimiz şeyleri söyleyip sonra kafalarına ne eserse onu yapıyorlar.
Erdoğan da kafasına ne eserse onu yapıyor ancak duymak istediğimiz şeyleri söylemiyor. Bu da Washington’daki insanları çok kızdırıyor.”
Hatırlarsanız, FETÖ’cülerin
“Erdoğan’ın uluslararası dolaşım süresi bitti. İktidardan indirilecek”
cümlelerini peş peşe sıraladıkları günlerde batı medyasında bir şey daha yazılıp çiziliyordu,
“Recep Tayyip Erdoğan öngörülemeyen bir siyasetçi.”
Bütün bu bilgiler eşliğinde
bir kez daha bakmakta yarar var.
Gezi provokasyonunda
“Mesele ağaç değil, sen daha anlamadın mı”
demişlerdi ya hani…
Onun gibi
mesele ne ambargonun delinmesi, ne rüşvet ne bilmem ne… Mesele, Erdoğan’ın Türkiye’nin başında olma meselesi. Türkiye’nin kendi doğrularının peşinden gidiyor meselesi.
Mesele, Erdoğan’ın “yaltaklanmama” meselesi.
Mesele, Erdoğan’ın, batılıların duymak istediklerini söylememesi meselesi.
Mesele, bağımsızlık yolunda bedel ödemeyi göze almış Türkiye meselesi.
Hani adam demiş ya oğluna:
“Ben sana kaymakam olamazsın demedim, adam olamazsın dedim”
diye.
Zarrab’a da “Biz sana zengin olamazsın, demedik ki adam olamazsın dedik”
İşin gerçeği şu: Amerika’nın İran’a ambargosu bizi hiç bağlamaz. Bizi ilgilendiren kısım Birleşmiş Milletlerin ambargo kararıdır ve şu ana kadar Türkiye’nin bu ambargoyu deldiğini hiçbir Allah’ın kulu söylememiştir.
O halde,
Amerika’nın Türkiye’yi hizaya getirmeye yönelik hamlelerini püskürtmek yalnızca hükümetin değil hepimizin görevi.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun
ile neler yaptığını sıralasak ne bu sütun yetecek ne sayfalar. Ama gelin şu kadarını not edelim:
Kılıçdaroğlu, Türkiye aleyhine ne kadar fiil varsa sahipleniyor. Türkiye karşıtı ne kadar uluslararası aktör varsa kol kola giriyor
. Yalanı bir yaşam biçimine dönüştürmüş, iftirayı alenileştiriyor. Baksanıza Kılıçdaroğlu, New York’daki abuk davayla
Türkiye’de yine iftira ve yalanla dolu gündem oluşturma peşine düştü. Bunun anlamı şu:
Kılıçdaroğlu ne millidir ne yerli!
CHP’nin milli damarı bundan rahatsız değil midir?