Marmaray’da gördüm onu. Yenikapı durağından binmişti. Bilmiyorum neden, yüzü bana dönük olmamasına rağmen tedirginliğini anladım. Onca kalabalığın içinde vücut dili, mekana yabancı olduğunu kırk farklı dilde haykırıyordu sanki. Yanımdaki adam “Gel teyze otur” dedi. Bir “teyze”ye baktım bir de ona “teyze” diyene. Aralarında üç beş yaş fark ya var ya yoktu.
Oturdu “teyze” yanı başıma. Benim yanı başıma oturdu ama bana değil, kendisine teyze diyerek yer takdim etmiş olana sordu: “Bundan nerde ineceğim ben?”
Adam çaresiz baktı. Kadının sorusunu mu anlamamıştı, yoksa yolu mu bilmiyordu? Yüzünün tedirgin ifadesi her türlü cümleye “evet” demeye hazırdı. Ama cümle değil de bir soru ile karşılaşınca, hazırlıksız yakalanmış öğrenci psikolojisi ile sağdan soldan kopya istercesine vagondakilere baktı. Bakarken yavaşça, “teyze” hitabıyla yerini ikram ettiği kadının yanından uzaklaşıyordu.
“Nereye gideceksin?” dedim.
“Tuzla’ya” dedi.
“Bu, Ayrılık Çeşmesi’nde son buluyor. Sonra Kartal metrosuna binersin.”
“Aktarma mı yapacağız?”
“Evet”.
“Para mı basacağız yani?”
İstanbul kartının olmadığına hükmederek, “Beraber geçeriz, ben sana yolu gösteririm” dedim.
Sanki hemen o an inecekmişiz gibi çantasını açtı, çantasının fermuarlı ön gözünden birkaç kartın arasından İstanbul kartını bulup çıkardı. Avucunun içine sıkıştırdı.
Daha var demedim.
“Nerden geliyorsun?” dedim. 10 dakika sonra yan yana yürüyeceğim yol arkadaşımla teşriki mesaiyi biraz daha ilerletmek için.
“Hastaneden” dedi.
Hangi hastane diye sormadım. Yüzündeki kireç beyazı renk, hastanede bir sandalye tepesinde sabahlamış olmanın getirdiği solgunlukmuş meğer.
Sormadım ama söyledi, “Çapa’dan” dedi. Sonra ne o bir şey söyledi ne de ben. Sessizliğimizin içinde yan yana yol aldık.
Ayrılık Çeşmesi’ne gelince, “Birbirimizi kaybetmeyelim, burada iniyoruz” dedim.
Kalabalığın arasında, onu kaybetmemek için bir taraftan “beni takip et diyordum”, bir taraftan da arkamdan geliyor mu diye bakıyordum. Siyah pardösüsünün üzerine örtmüş olduğu kına yeşili tülbent ile kalabalığın içinde onu seçmem kolay oluyordu.
Kalabalığı yarıp tekrar omuz omuza yürümeye başlayınca,
“Kaç yaşındasın?” dedim. Yaşının benden birkaç yaş büyük olduğunu tahmin ediyordum.
“Altmış “ dedi. Hemen ilave etti “Yaşımdan çok gösteriyorum değil mi?”
Evet diyemezdim. Hayır da demedim. Tebessüm ettim. “İyisin maşallah” dedim. İyisin demem keyfini yerine getirdi. “Şükür Rabbime” dedi.” Beş çocuk doğurdum, büyüttüm, hepsini okuttum. Saçımın adedi kadar dert ile büyüttüm. Emme BÜYÜTTÜM!”
Anlatacaktı. Anlatmasını kesen tulumun sesi oldu. “Ayrılık Çeşmesi Müzisyenleri” diyorum ben onlara. Bir anlığına karşılaşıyoruz ve onlar bir namenin mihmandarlığında, insanın gamını ve kederini alıp götürüyor. Müzik aletinin kılıfına atılan demir paralar, onların bir günlük yevmiyesini doğrultmaya yetmiyordur ama onların bir anlık nameleri, bazen bizim bir günümüzü güzel kılmaya yetiyor.
Tulumun sesini duyunca olduğu yerde durup, yanaklarının içine sokuşturduğu tülbent uçlarını açıp tekrar yerine yerleştirmeye koyuldu. Müziği biraz daha dinlemek istediğini anlamıştım. Baştaki tülbendin uçlarını salıp, tekrar bağlamaya girişme, tarlada çalışan, evlere temizliğe giden ya da konfeksiyon atölyelerinde çalışan kadınların bir anlık durmalarını, kesintisiz mesai içinde bir anlık soluklanmalarını affettirecek bir harekettir. Affettirecek evet. Çünkü onlara verilen hayat, “suçlarını” affettirmek üzere gösterecekleri gayrete ayarlı bir hayattır. Ömürleri hiç işlemedikleri suçların kefaretini çekmekle geçmiştir.
Hayat boyu yaptıkları her şeyi izah ede ede yaşamak zorunda olan kadınlardan biri olmalıydı başındaki saç miktarınca dert ile beş çocuk büyütmüş olan bu kadın.
“Benim oğlum da gitar çalıyor” dedi. “Üniversite hocası olan” diye ilave etti. Beş çocuğundan birkaç tanesi oğuldu oğullardan biri de üniversite hocası idi demek ki.
Başının örtüsünü açıp tekrar bağlayıncaya kadar geçen zaman içinde çok şey düşünmüş olmalıydı. Kafasının içinde birbirine karışan, değen telleri bir düzene sokmuştu belki de. Benim kendisini beklediğimi görünce içinde yol aldığı gitarlı oğulun hikayesinden, kızının hikayesine sarılarak çıkmayı denedi.
“Büyük kızım” dedi. Sustu sonra. Bir hikayeden bir hikayeye kaçmanın da çözüm olmadığını mı anlamıştı?
Eee büyük kızın diye üstelemedim. Havaya astığı yarım cümlesini aşağı indirmeye çalışmadım.
O cümle, güneşli bir gün bahçeye asılmış çamaşır misali uçuşmaya devam edebilirdi.
Yolcular seyrekleşti. Müzisyen ara verdi. Kendisini bir sonraki yolcu kalabalığına kadar dinlendirmeye karar vermiş olmalıydı.
Müzisyenin yaptığı işe ara vermesi ile mi kurdu o cümleyi?
“Bir gün dinlenemedim. Evlere temizliğe gittim. Gece yarılarına kadar apartmandakilerin köpeklerini gezdirdim.”
Başladığı bölümü yarım bırakmaya hazır yazar kararlılığı ile cümlesini yine yarım bıraktı.
Kimin köpeklerini gezdirdin diye sormadım. Niye dinlenemedin diye de sormadım. Her soru, sen bana yadsın, elsin demek olurdu. Deşmek olurdu. Sadece dinledim.
Gelinin hikayesine geçti. Hangi gelin? Gitar çalan üniversite hocasının karısı mı diye de sormadım. Sormak ile sorgulanmak arasındaki bağlantıyı, bu yeşil tülbentli kadını dinlerken öylesine derinden hissettim ki.
“Gelin adamına göre davranıyor. Oğlumun zengin arkadaşlarını seviyor, fakir arkadaşlarını sevmiyor. Sekiz yıldır evliler. Beş yılı ayrı geçti. Sonra bir araya geldiler. Bir kızları oldu.18 aylık dilli dibek. İnatçı. İnadım inat adım kör murat cinsi. Gelin ben bunu yetiştiremeyeceğim diye bağırıyor. Sen annesin yetiştireceksin elbet diyorum. Yeni doğanlar bilgisayar kafalı oluyor. Anaları babaları hep bilgisayara baktığından herhalde...”
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.