Bitkinlik, bezginlik, umutsuzluk hepimizi esir almış vaziyette. Hayatın anlamını bulmakta zorlanıyoruz.
Hayatın anlamını bulmakta zorlanıyoruz çünkü, içerisi ile dışarısı, mahrem ile aşikar, öteki ile beriki, gündelik ile kadim, değerli ile değersiz birbirine karışmış durumda.
Bilimsel gelişmeler ve dolayısıyla hayatımıza giren her yeni teknoloji bizim zaman ve mekan örgütlenmemizi, gündelik ilişkilerimizi değiştirir. Ama bu değişiklikler Kafka’nın kahramanı gibi bir sabah ansızın kendimizi böcek şeklinde bulmamız gibi olmadığı için, kendi değişimimizi çoğu zaman idrak edemeyiz. Değişimi başkaları üzerinden gözler ve şikayeti şikayete ekleriz: Herkes ne kadar değişti/yozlaştı.
Kadim meseledir, önceki kuşak daima bir sonraki kuşağı yozlaşmış bulur. Kendi sahip olduğu değerleri çocuklarına ve torunlarına aktaramamaktan mustarip “ahir zamana kaldık” şikayetini dillendirir.
Bizim, bizden önceki insanlardan farkımız “aşırı değişim” çağında yaşıyor olmamız. Şimdiye kadar tarihin hiçbir döneminde insanlar bu kadar kısa sürede bu kadar aşırı değişime maruz kalmamıştı.
Tarım devriminden sanayi devrimine uzanan süreci düşünün, binlerce yıl insanlar tarım toplumunda yaşadı. Tarım toplumundan sanayi toplumuna bir kaç yüzyılda geçtik. Sanayi devriminden dijital devrime geçişimiz hızlandı derken, dijital devrim içinde yaşadığımız değişiklikler ise neredeyse “an”a tekabül edecek kadar kısa bir sürede gerçekleşti.
Tarım toplumu, evin en yaşlı kişisinin otoritesini mümkün kılıyordu. Çünkü tabiatın dilini sökmek için biriktirilmiş tecrübe önemli idi. Tarım toplumlarında, tecrübe ile dün yaşanılan zamana bağlanılır, tecrübenin dili “dün” üzerinden aktarılırdı.
Sanayi toplumu, “yarın her şey daha güzel olacak” cümlesini hayat için mihmandar kılarken, modernitenin ilerlemeci görüşünden güç alıyordu. Yarını güzelleştirecek olan gençlerdi.
Postmodern dönemde ise bizler, kesintisiz bir şimdiki zaman içinde kilitlenmiş durumdayız. Kesintisiz “şimdi” içinde giderek çocuklaşıyoruz. Çocuklaştığımız için sorumluluklarımızdan sıyrılmak istiyoruz. Çocuklaştığımız için her şeyden daha çok korkuyoruz.
Danah Zohar, “Kuantum Benlik” adlı kitabında özgürlüğün bekçisinin sorumluluk olduğunu söyler. Bendenizi kuantum fizik ile ilgilenmeye götüren süreç “kuantum felsefesi”nin mahremiyet ve sorumluluk anlayışı üzerinden başladı. Türkiye’de mahremiyet maalesef sadece kadın kıyafeti üzerinden tartışıldığı için bir arpa boyu yol gitmemiz mümkün değil.
Modern bilim her geçen gün bizi sorumluluklarımızdan sıyırarak, makinelerle aramızdaki en önemli farkı ortadan kaldırıyor.
Her gün sorumluluğumuzu üzerine yıkabileceğimiz bir yeni gen daha “bilim dünyasına” armağan ediliyor. Bkz. suçluluk geni. Bkz şişmanlık geni.
Newton fiziğinden başlayarak Freud’un psikanalizine kadar giden süreç içerisinde insan sorumluluklarından arındırıldı. Kuantum fizik ise, hayatımızın her anından sorumlu olduğumuzu yeniden hatırlatmaya çalışıyor.
Birlikte yaşamak için sorumluluklarımızı bilmemiz gerekiyor. Ama kamuoyu sorumlulukları tartışmak yerine “kimliklerin mesuliyetsiz isyanı”nı merkeze alıyor, sosyal medya aracılığı ile “kendisi için performans” sergileyenler üzerinden, empati ve sempati inşa ediliyor. Bkz, Ali Nesin’in, çarpıştığı kadından özür dilemek yerine kadını tekme tokat döven tıp öğrencisi genç adama gösterdiği empati, sempati, anlayış...
Çarptığı kadından özür dilemek yerine, kadına tekme tokat şiddet gösteren tıp öğrencisi genç gözaltına alındı, ailesi ile kavga ettiği için öfkeli olduğunu söyledi ve ifadesi alındıktan sonra serbest bırakıldı.
Ali Nesin, yukarıda bahsi geçen tıp öğrencisini anlamamız gerektiğine dair sosyal medya hesabından paylaşımda bulundu. Esas acımamız gereken mağdur olan kişi değil, şiddet gösteren kişidir dedi. Sosyal medya hesabından alıntılıyorum buyurun:
Mağdur için üzülmek kolaydır, onu biraz vicdanı olan herkes yapar. Marifet saldırgana üzülebilmekte. Kimbilir ne derdi var zavallının. Saldırgana üzülemeyenin de sosyal sorunlardan elini eteğini çekmesi gerektiğini düşünüyorum.
Ali Nesin üzerinde duralım biraz...
Ali Nesin, Türkiye’nin önde gelen matematikçilerinden biri. Aziz Nesin’in oğlu olması maalesef onun bir özne olarak idrak edilmesinin önündeki en büyük engel. Kendisinden daima Aziz Nesin’in oğlu diyen bir tanımlama eşliğinde bahsediliyor. Bu bahsedilişte bazen babasından kalan kültürel miras negatif kodlarla örülüyor bazen de pozitif bir sunum eşliğinde, ama her halükarda Ali Nesin’in kimliği yarım parantez içine alınıyor...
Bu satırların yazarı için Ali Nesin sadece matematikçi kimliği ile sorumluluk sahibi bir özne. Bu satırların yazarının Ali Nesin’in söylemini takip etme sebebi “babasının oğlu/mu” merakını gidermek değil, bir matematikçinin sosyal olaylara düşürdüğü determenist bakış açısını takip etmek.
Nitekim yukarıda alıntılamış olduğum paylaşım, determenist bir anlayışla, “suçlunun suçu konusundaki mesuliyetini ondan kaldırıyor. Ali Nesin de tıpkı ilahiyat hocalarının yaptığı gibi dar bir mecliste söylenilecek fikirleri sosyal medyada ilan ederek, söylemindeki manayı önce kendisi imha ediyor.
Yanlış anlaşılmasın, Ali Nesin’in fikrine uzak değilim. Çocuğunu haşlayan bir anne gördüğümde benzer duyguları yaşarım genellikle. Ama bu duygumu köşe yazısı yapıp zavallı kadın çocuğunu işkenceden morartmış ama yazık kim bilir ne sıkıntısı vardı DEMEM. Bir insanın yaşadığı sıkıntıyı anlamak başkadır, anlatıp mazur göstermek onun adına anlayış toplamak başka.
Sosyal medyaya, kendi mahrem alanımızdan dahil olduğumuz için, yazdıklarımızın da mahrem olduğu yanılgısını yaşıyoruz. Hiç tanımadığımız insanların düşünce dünyasına olumsuz bir katkı sunabileceğimizi hiç düşünmüyoruz.
Siyasi ya da ahlaki her türlü olayı öncelikle sorumluluk açısından ele almamız gerekiyor. Ama maalesef olaylara, kimlikçi yaklaşımlarla benzin dökerek yaklaşıyoruz.
Meltem Cumbul’un nezaketsiz tavrını “protest kimliğe” dönüştürme girişimi bu konuda verilebilecek diğer bir örnek.
Önce yapılan nezaketsiz davranışın neden muhalif bir tavır olarak anlaşılamayacağı üzerinde anlaşalım.
Meltem Cumbul o sahnede sunucu olarak değil de başka bir sıfatla, mesela ödül alan diğer sanatçı sıfatı ile bulunuyor olsaydı, ödül almış yönetmenin, Semih Kaplanoğlu’nun ödülünü, elini sıkmadan “çok tebrikler, tebrik ediyorum” diye karşılamasını anlayabilir, hatta buradan hareketle insanların el sıkma hürriyeti üzerine sağlam bir tartışma yapabilirdik.
Lütfen dikkat buyurun: Meltem Cumbul o sahnede bir sanatçı olarak yer almıyor, bir görevli olarak yer alıyor. Görevi, sahneye ve davetlilerin misafir edildiği salona ev sahipliği yapmak. Ev sahibi ve misafir kelimelerinin lütfen altını çiziniz.
Sunuculuk bir meslek. Ne dediğimin anlaşılması boynuma borç olduğu için başka bir meslek erbabı üzerinden örnek vererek meramımı anlatmayı deneyeyim.
Bir doktor düşünün. Hastanede nöbetçi olduğu gece siyasi olarak fikirlerinden hoşlanmadığı kişilere, onların bedenine dokunmak istemiyorum diyerek tıbbi müdahalede bulunmuyor. Ve ertesi gün kamuoyunu muhalif kimliği üzerinden bilgilendiriyor: Siyasi görüşlerini, duruşunu beğenmediğim için o şahsa dokunmadım.
Bu durum, anlayışla karşılayabileceğimiz, muhalefet hakkının kullanmış diyebileceğimiz bir durum mudur?
Meltem Cumbul o gece hislerine yenik düşerek el uzatmak konusunda tutuk davranmış olabilir. Ama “bilgilendirme” adı altında yayınladığı cümleleri muhaliflik beyanı olarak yorumlarsanız Türkiye muhalefete aç kalır. Dünyanın hiçbir yerinde kabalık, muhalif bir davranış olarak alkışlanmaz.
Ali Nesin, suç işlemiş birey hakkında kendi merhamet damarını sosyal medya üzerinden paylaşmaya kalktığında adalete zarar verir.
Her iki durumda da kişiler görüşlerini açıklama özgürlüklerini kullanmışlar diyebilirsiniz. Özgürlüğün olması için onunla beraber yürüyen bir sorumluluğun da olması gerekiyor.
Bilmem anlatabildim mi?
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.