Doktorların intihar ettiği Türkiye gerçeği ile yüzleşmek (2)

04:008/11/2017, Çarşamba
G: 18/09/2019, Çarşamba
Fatma Barbarosoğlu

Hafta boyunca doktorlardan ve tıp öğrencilerinden mektup almaya devam ettim. Mektupların ortak özelliği şöyle:1-Tıp eğitimi çok ağır şartlarda devam ediyor. 36 saatlik nöbetler doktor adaylarının ve doktorların hayat enerjisini tüketiyor.2-Hasta yakınlarının doktorlara gösterdiği şiddetin haber yapılması, doktorların toplum içindeki saygın konumunu zedeliyor, müdahaleci hasta yakını profilinin artmasına sebep oluyor.3- Doktorlar ve doktor adayları hayatın gittikçe “eğlence merkezli” sunuluşu karşısında

Hafta boyunca doktorlardan ve tıp öğrencilerinden mektup almaya devam ettim. Mektupların ortak özelliği şöyle:

1-
Tıp eğitimi çok ağır şartlarda devam ediyor. 36 saatlik nöbetler doktor adaylarının ve doktorların hayat enerjisini tüketiyor.

2-Hasta yakınlarının doktorlara gösterdiği şiddetin haber yapılması, doktorların toplum içindeki saygın konumunu zedeliyor, müdahaleci hasta yakını profilinin artmasına sebep oluyor.

3- Doktorlar ve doktor adayları hayatın gittikçe “eğlence merkezli” sunuluşu karşısında aşırı çalışmanın getirdiği yalnızlıkla baş etmekte güçlük çekiyor.


4- Toplumun geneline yayılmış olan kaygı ve endişe doktorları da etkiliyor.

5- Tıp öğrencilerinin, öğrencilikleri boyunca bir meşgalelerinin olmaması (ki eski doktorların her birinin muazzam meşgaleleri vardı merhum Süheyl Ünver Hocayı hatırlayalım) hayata karşı dirençlerini düşürüyor.

Şimdi sizi mesleğe henüz adım atmış genç bir hekimin satırları ile baş başa bırakıyorum. Mektup hepimizi sorumluluk sahibi birey olma paydasında eşitliyor. Buyurun:

Hekimliğe yeni adım attığım şu günlerde annemin 7 yıl evvel beni karşısına alıp söyledikleri geliyor aklıma sık sık. “Zor bir hayatı seçtiğinin farkındasın değil mi yavrum, iyi düşün, doğru karar verdiğinden emin ol ki sonrasında pişman olma”. Tıp fakültesini tercih etmeyi düşündüğümde böyle demişti annem. Aileler genelde çocuklarının doktor olma isteğini sevinçle ve gururla karşılarken ailem beni seçmek üzere olduğum bu zorlu yol için uyarmış ve üzerimde hiçbir çevresel baskı olmadan özenli bir karar vermemi sağlamışlardı. Hekimlik benim için yardım etmekti, iyiliğin doğrudan ve dolaysız yoluydu, dua almaktı, insanların hayatına dokunmaktı, ve en önemlisi Allah’ın Şafi isminin tecellisi olmaktı yeryüzünde. Bu hayal ve niyetlerle çıktığım yolda, yaptığım tercihten Allaha şükür şimdiye kadar pişman olmadım. Zaman zaman “acaba”larım çok oldu elbet. Bilhassa fakülte yıllarında 8 haftada bir stresini ailecek çektiğimiz komite sınavları, sözlüler çok yıpratmıştı beni. 4 yılın sonunda saçlarımın abartısız yarısına düşen akları gören annemin, akrabalarımın acıyarak iç geçirişlerine inat “bunlar genetik, boyatırız canım ne var” diye gülerek karşılık verdim hep. Ben de biliyordum ki psikolojik dengemi sık sık bozan yoğun stresten saçlarım da nasibini almıştı. Yıllar geçti, 5 yılı Allah’ın izniyle kazasız belasız atlattık ve intörn olduk. İntörnlük hekim olma sorumluluğunun ne demek olduğunu bize daha ilk günlerde öğretmeye başladı. Dahiliye servisinde tuttuğum ilk nöbetin sabahı hayatımda ilk defa 2 saat uyku ile yeni güne uyanırken bir gerçeği fark ettim. Dünü; kan alma, sonda takma, hasta takip etme, visitlere katılma, visitlerde sorulan sorulara doğru cevap verme, yanlış cevap verecek olursam hocalardan hastaların yanında azar işitme, visitlerde verilen tabiri caizse “ev ödev”lerine çalışma ve birçok getir götür işi ile geçirmiştim. Gece durumu kötüleşen 2 hastaya asistan abi, ablalarımızla müdahale edip yarın alınacak 250 tüp kanın barkodlarını bastıktan sonra 2 saat uyumuştum ve işte yeni gün başlıyordu. Akşam 5’e kadar çalışmak zorundaydım çünkü mesailer 36 saatti. Aslında yasal olarak nöbet ertesi çalışmamız gerekmezken Türkiye’nin hemen her yerinde birkaç istisna hariç asistan hekimler ve intörnler nöbet ertesi de çalışmak zorunda bırakılıyordu. Uyandığımda istemsizce usul usul ağlamaya başladım ve ilk defa annemin 6 yıl evvel söyledikleri beynime balyoz gibi inmeye başladı. Gerçekten hata yapmış olabilir miydim? Çocukları çok severdim, sabırlı olduğumu da düşünürdüm. Pekala iyi bir öğretmen de olabilirdim. Hem geceleri uyurdum da. 2 ay tatilim de olurdu… Bu düşüncelerle uyandığım günün akşamına doğru neredeyse yürüyen bir cenaze gibiydim. Dahiliye servisinde geçirdiğim 2 ay boyunca yorgunluk, uykusuzluk visitlerdeki hoca stresi, asistanlar arasındaki katı hiyerarşi, hocaların asistanlara uyguladıkları mobing ve tüm bunları bizzat yaşamak bünyemi alt üst etti. Her gün yaşadığım stres yüzünden hayatımda hiç olmadığı kadar mide ağrıları çektim. Çarpıntı şikayetlerim baş gösterdi. Ailem sağlığım için endişe duymaya başlayınca 1 hafta moral ziyareti için yanıma geldi. Şunu çok iyi anladım ki, insan bünyesi her türlü fiziksel efora hatta uykusuzluğa uyum sağlıyor ama strese adapte olamıyor. Stres insanın bünyesini değiştiriyor, dönüştürüyor, hatta mizacı ile oynuyor. Ama daima hasta ediyor. Allaha şükür 2 ay sonunda yeni bir servise geçtim ve insana ıstırap veren bu adeta yavaşça ölmekten kurtuldum.

Gittiğim her serviste pek çok asistan ve hoca ile yakinen tanışma fırsatım oldu. İnsana değer veren, mütevazi ve hekimliği hikmetle yapan çok kıymetli hocalarımızla ve asistan abla ve abilerle de tanıştım. Böyle insanların yanında intörn, hemşire ve personel kim olursa olsun herkesin rahat ve huzurla çalıştığına şahit oldum. Hayatım boyunca hekimliğe hikmet penceresinden bakmaya, alt üst ilişkisi gözetmeksizin her insana saygı sevgi ve değer ilkesiyle bakmaya söz verdim. Ama şu bir gerçek ki her yerde olduğu gibi hekimlikte de iyi ve kötü insanlar var. İşini erdemle yapanlar olduğu gibi, konumundan dolayı altındaki insanlara zorbalık yapmayı kendine hak görenlerde var. Tüm bunların yanı sıra hekimlik yapmak giderek zorlaşmaya başladı. Çalışma şartlarının ağırlığı, insan fizyolojisine aykırı çalışma saatleri (36 saat mesaiye kalmak vb.) ve elbette hekimlere uygulanan şiddet vakalarının bilhassa son zamanlarda bu kadar artmış olması pek çok hekim arkadaşımı daha şimdiden meslekten soğutmuş durumda. Yakın zamanda 2 gün içinde gencecik 3 hekim arkadaşımızın intihar etmesi ve arkalarında bıraktığı notlar, ailelerinin ifadeleri bunalımlarının yaşadıkları iş stresi ile alakalı olduğunu düşündürüyor. Şahsen hiçbir stres ve başa gelen musibetin bir intihar gerekçesi olamayacağını inancımız gereği düşünsem de bu stresi yakinen yaşayan biri olarak çok iyi anlıyorum. Anlıyor ve korkuyorum. Şimdiye kadar yaptığım tercihten pişman olmadım çok şükür. Ben mesleğimi seviyorum, insanı seviyorum. İnsanı sevindirmeyi seviyorum. Bazen yapılan iyiliği, emeği görmezden gelip bir doktora saldırmayı, yaralamayı kendine hak bilenleri görsem de sevmeye devam ediyorum mesleğimi. Çünkü birilerinin yanlışını başka insanlara mal etmenin zalimce olduğunu biliyorum. Tıpkı bazılarının, işini layıkıyla ve sevgiyle yapmayan hekimlerin hatasını tüm hekimlere mal ettikleri gibi. Ama bundan sonrası için pişman olmaktan korkuyorum, mesleğime olan sevgimi, inancımı kaybetmekten… En çok da insana duyduğum sevgiyi kaybetmekten... Rabbimden dileğim; bu sevginin içimden ne olursa olsun eksilmemesi, insanların birbirine anlayış ve empati duygusu ile davrandığı, çalışma şartlarımızın daha insani olduğu, işimizi yaparken zarar görmekten korkmadığımız günlere uyanmak…

#Türkiye
#Tıp
#Doktor