Din bir bedene benzetilirse cihat ya da tasavvuf neye tekabül eder?

04:0030/07/2017, الأحد
G: 17/09/2019, الثلاثاء
Faruk Beşer

Bir önceki yazımıza şunu da ekleyerek başlayalım: Din Allah’ın nizamı ise, gerçek/hakikat anlamda din sadece O’nun bildirdikleridir. Allah, son ya da sona yakın ayetlerde ‘Dini tamamladığını söyler’. Oysa bu ayet indikten sonra vahiy ve Sünnet bir süre daha devam etmiştir. O halde bir anlamda ‘din’ ve ‘dinî olan’, yani dinin olmazsa olmaz esası ve dinden sayılan yorumlar ayırımının yapılması da makuldür. Buna İslam ve İslamî olan da diyebiliriz. Mesela bir İslam devletinde hâkimin mahkemede kendi

Bir önceki yazımıza şunu da ekleyerek başlayalım: Din Allah’ın nizamı ise, gerçek/hakikat anlamda din sadece O’nun bildirdikleridir. Allah, son ya da sona yakın ayetlerde ‘
Dini tamamladığını söyler
’. Oysa bu ayet indikten sonra vahiy ve Sünnet bir süre daha devam etmiştir. O halde bir anlamda ‘din’ ve ‘dinî olan’, yani dinin olmazsa olmaz esası ve dinden sayılan yorumlar ayırımının yapılması da makuldür. Buna İslam ve İslamî olan da diyebiliriz. Mesela bir İslam devletinde hâkimin mahkemede kendi içtihadıyla verdiği karar, açık naslara aykırı olmadıkça dinî, ya da İslamî olma anlamında dindir. Bu karara uymayana sadece hukuki yaptırım uygulanmaz, o aynı zamanda günahkâr olur, velev ki hâkimin kararı mutlak doğruya isabet edememiş olsun. Yani bu uymamanın hukuki yaptırımdan başka dini yaptırımı da vardır, o halde bu da dinî bir hükümdür, dindendir.

Şimdi, dini bir bedene benzetirsek; onun iman ve akide boyutu kemik iskelete tekabül edebilir. O olmadıkça beden olmaz, iskelet sakat olursa insan ayakta duramaz. Eti, yağı ve kasları da dinin amel boyutuna benzetebiliriz. İman olmadan amel işe yaramaz, amel olmadan da iman tam olmaz. Bunun için; ne kadar imanın varsa o kadar amelin vardır diyen Eş’arî anlayışı çok anlamlıdır.

Bir başka açıdan iskelet, dinin hukuk boyutuna da benzetilebilir.

Dinin ahlaki boyutunu da bedendeki kana benzetebiliriz. O, etin, kasın ve yağın her hücresiyle alakalıdır. Kan ulaşmadan bunlar beslenemezler. Kan bozuk olur ya da mikrop kaparsa bundan vücudun bütünü zarar görür. Bugün bu ahlak eğitimi alanına tasavvuf denmektedir.

Ayrıca, kafayı akla, gözleri cihada, kalbi zikir ve tefekküre benzetebiliriz. Vücudun başka organları da başka açılardan bu benzetmeye katılabilir.

Bedenin bütün organları, kanı, eti, kemiği arasında bir denge olmazsa anomali bir durum ortaya çıkar ve sonuç marazi/patolojik sayılır.

Bize bunları şu andaki din anlayışlarında yaşanan parçalanmışlık ve dengesizlik hatırlattı. Peki, bu denge bozulursa ne olur?

Akidenin gereğinden fazla bir kelam felsefesine dönüştürüldüğünü ve dinin bunun üzerinden anlatıldığını düşünelim. Kemikler büyür, sertleşir ve ameli, yani eti yağı kası devreden çıkarırsa sağlıklı bir beden olabilir mi? Aynı şekilde sağlam bir akide üzerine oturmayan amel ne kadar çok olursa olsun, et yığınından ibaret kalır ve yere yığılıp çürümez mi?

Sahihini sakimini ayırmadan tasavvufun her şey olarak görüldüğünü ve günümüzde bazılarının yaptığı gibi, dinin kendi tasavvuf anlayışları üzerinden yeniden yapılandırıldığını düşünelim. Bedenin kan hastalığına yakalanıp çürümemesi düşünülebilir mi? Oysa o da akide ve amele bağlı olarak gereği kadar ve gerektiği şekilde bulunmalıdır.

Aklı temsil eden başa dönelim, buradaki durum da aynıdır. Aklın alanı olmayan meseleleri dahi akılla açıklamaya çalıştığımız zaman rasyonalizme kayarız, dini aklımızla şekillendirmeye kalkışırız. İşte o zaman ‘
din akıl mantık dinidir kardeşim
’ demeye başlarız. Kelamda olduğu gibi burada da felsefe üzerinden bir din kurmaya kalkışırız. Elbette kelam da felsefe de yerinde ve gereği kadar lazımdır. Ama dinin esası naslardır. Akıl, kevni ve münzel ayetleri birlikte okuyarak naslar arasındaki boşlukları doldurmak ve onları birbirine bağlayarak insicamlı bir varlık anlayışını görebilmek için vardır. Bunun adı tefekkürdür, böyle anladıktan sonra buna felsefe demenizde de bir sakınca yok. Buna karşılık bugün bazı Müslüman felsefecilerimizin tam aksini yaptıklarını görürüz. Her şeyi akılla izah ederken aralarda bazen naslara da atıfta bulunurlar. İşte böyle olursa bedenin sadece baş kısmı büyür, karşınıza dengesiz bir insan şekli bir kocakafa çıkar.

Aynı şekilde sadece kalbe, yani bugün zikir denince anlaşılan şeye ağırlık verir ve dini bununla anlamaya ve anlatmaya çalışırsak kalp şişer, göğsümüz daralır, artık nefes alamayız. Bütün himmetimizi gözlere verir ve yerli yersiz cihat cihat dersek, bu defa da gözler büyür, İslam bir hortlak haline gelir, insanları korkutur.

Bu bedeni bir toplum olarak da düşünebiliriz. Sahabe toplumunda olduğu gibi bütününde bu denge korunmalıdır. Oysa o örnek toplumda da birey olarak bugün sufilik denen şeyi sonuna kadar yaşayan Ashab-ı suffe ve Suheyb er-Rumî gibi insanlar, Halit bin Velit gibi mücahitler, ey Allah’ın resulü, benim aklım bunu almıyor diyenler de vardı. Yani bu bütün içerisinde sufimeşrep olanlar da, aşırı heyecanlı mücahitler de, aklını önde tutanlar da vardı ama bütün olarak İslam’ı ve İslam toplumunu onlar değil, hulefa-i raşidin ve Abdullahlar gibi âlim sahabîler temsil ediyordu. Din bize böylelerinin anladığı ve uyguladığı nizam olarak geldi.

#Din
#İslamiyet
#Cihat