Düzeltme/ Bizim kuşak

04:0010/06/2017, Cumartesi
G: 17/09/2019, Salı
Ayşe Böhürler

Bir öncekiyazımdaFevziye Nuroğlu ablanın vefatı üzerine onların nesli ile bizim jenerasyon arasında bir karşılaştırma yapıp bizim jenerasyonun daha sert olduğunu yazmıştım. Doğal olarak itirazlar geldi, doğrusu itirazları dinleyince yapanlara hak verdim. Yazının kalıcı bir belge olduğunu düşünerek bu konuda bir tashih yapmam gerektiğine inanıyorum. En azından benim de içinde bulunduğum jenerasyona haksızlık etmemek gerekir.Efenim tarihi okurken her kuşak kendi çağının koşullarının, dönem siyasetinin,

Bir önceki
Fevziye Nuroğlu ablanın vefatı üzerine onların nesli ile bizim jenerasyon arasında bir karşılaştırma yapıp bizim jenerasyonun daha sert olduğunu yazmıştım. Doğal olarak itirazlar geldi, doğrusu itirazları dinleyince yapanlara hak verdim. Yazının kalıcı bir belge olduğunu düşünerek bu konuda bir tashih yapmam gerektiğine inanıyorum. En azından benim de içinde bulunduğum jenerasyona haksızlık etmemek gerekir.

Efenim tarihi okurken her kuşak kendi çağının koşullarının, dönem siyasetinin, yasaklarının o dönemin ruhunun ürünü olarak ortaya çıkıyor. İkinci olarak Fevziye Abla ve onların temsil ettiği kuşağın bize göre çok daha sert ve keskin oldukları alanlar ve anlar vardı. Bizim jenerasyon onların katı olduğu pek çok alanda çok daha yumuşak bir tutuma sahipti. Kadının rolleri, aile ve toplum içinde konumlanması gibi başlıkları sayabiliriz.

Geçen hafta, yazımdaki şu cümle itirazların yoğunlaştığı kısımdı: “
Onlar başörtüsü mücadelesini bizden daha yumuşak verdiler, kimseye öfke duymadan, suçlamadan bir dil kurmaya çalıştılar. Güzellikle anlattılar dertlerini.

Bu cümleye gelen haklı itiraz da tam olarak şöyle:

Siz böyle deyince sanki biz çok sert ve öfkeli bir mücadele vermişiz ve herkesi suçlayan bir dil kurmuşuz, meseleleri güzellikle anlatmamışız gibi anlaşılıyor.
Ben bunu kuşağımıza haksızlık olarak görüyorum.
Meseleleri ele alışımız farklıydı, onlar kamusal alanda muhatapları ile yüz yüze karşı karşıya gelmeden bir strateji izlediler. Biz ise kamusal alanda eşitler olarak konuşabilmenin imkanlarını oluşturmaya çalıştık. Dönemsel olarak farklı dil ve tavırlarımızın olması anlaşılabilir bir şey. Ama bu, bir grubu öfkeli, diğerini güzel dert anlatan diye kategorize etmeye yol açmamalı. “

Doğrusu bizim jenerasyon kamusal alan aktörlerini bir önceki jenerasyon kadar üstün ve yenilmez görmedi, bu dünyanın değişebileceğine ve bunu da başarabileceğimize inanan toplumcu bir anlayışın içinde yetiştik. Bu nedenle devlet başta olmak üzere kamusal alan aktörleri ile eşitler arası ilişki kurduğumuz gibi kendimizi dolanmadan, olduğu gibi ifade etmeyi başarabildik.

Aman kimse duymasın
’ yerine tam tersine “
aman duysunlar ve biz bunu konuşalım
” hissiyatına sahiptik. Bizim kuşağın başörtüsü de bu anlamda öncekilerden ayrışır.

Bir diğer nokta da bizim kuşak kendini tanımlarken sınır koymadı. Bizden önceki kuşak “İslamcı” kelimesinden rahatsız olur, ideolojik çağrışımlardan uzak durmaya çalışırdı. Kısaca dönem siyasetini karşılarına almak istemezlerdi.

Bizimkiler tam tersi bunları açıkça göğüsledi. Tartışmalara katıldı, “iyi güzel, faydalı Müslüman kadın” imajını taşımak yerine “eşit haklar” talebini her yerde usulünce seslendirdi. Görünür olmaktan kaçınmadı, kendini temsil etti. Aile odaklı bir kadın imajı yerine kimliğini güçlendiren bir kadın imajı ortaya koydu.

Bu noktada 1995 Pekin Kadın konferansı hazırlıkları ile Habitat toplantısında bu iki jenerasyon farkı çok daha iyi ortaya çıkmıştı. Pekin’de sunulacak tebliğde bizim “İslamcı” kelimesini kullanmamız onlar tarafından kabul edilmemiş, aramızda uzun tartışmalar yaşanmıştı. Habitat’ta da başörtüsü ve kamusal alan tecrübesi üzerine hazırladığımız programda bizim tavrımız eşitler arası diyalog kurma çabası iken, onlar kendilerini daha dolaylı ifade etmişlerdi.

Tabii ki yine de bize göre daha yumuşaktılar ve görünmeden var olmaya çalıştılar.

Bizim jenerasyon tam tersi açık, netti. Kendini kamusal alanda her platformda olduğu gibi ifade ederek var olabileceği, gerekirse bunun bedelini ödeyebileceğini gösteren bir strateji izledi.

Bedel de ödedi…

Bizden sonrakiler için nasıl bir değerlendirme yapılabilir henüz bilmiyorum. Biz bizden öncekilerden, onlardan çok şey öğrendik, Ancak bizden sonraki jenerasyonun durumu da kafası da çok karışık. Tarihin ve akışın bir devamı olmak yerine “
bambaşka!!!”
olmak istiyorlar. Oysa bu da pek rasyonel görünmüyor.
Katar'dan intikam mı alınıyor?

Katar’ı uzun süredir izliyorum. Kadın belgeselinin bir versiyonunu 2007’de çekmiştim. Belgesel çekimlerinin öğretici ortamında ülkeyi anlamaya çalışmıştım. Diğer körfez ülkelerinden farklıydı. Zenginlik kaynağı doğalgazdı, petrol değildi. Kadınlar diğer körfez ülkelerine göre daha çok kendilerini ifade imkanı bulabiliyorlardı. Bunun sebebi de Şeyhin eşlerinden birisi olan Şeyha Mozah idi. 1990’lı yılların sonunda orada kadınların televizyona çıkması tepki alırken Şeyha Mozah bunu değiştirmiş, kadın konusunda tabuları yıkmıştı. Ülkedeki birçok kurum ve kuruluşun başında kadın yöneticiler vardı. Hele de Suud ile kıyaslandığında Katar’da kadınlar her manada çok özgürler.

Diğer taraftan ülkede etkili aileler arasında Şii guruplar olsa da bu Umman ve Bahreyn’e göre çok daha az. Her kesimden insana ev sahipliği yapabiliyordu. Tüm bunlara baktığımda bir terör örgütünü destekleme iddiası aklıma gelebilecek en son ülke olarak herhalde Katar’ı zikredebilirim. Bir başka noktada da Al Jazeera bir medya organı olarak bölgede demokratik bakış açısına sahip tek televizyon. Resmi devlet televizyonu gibi olmayan, bölgede hem kendisine hem de dünyaya açık tek medya. Katar’a yapılan haksız kuşatma intikam arzusu gibi duruyor. Arap baharında Tahrir’deki olaylarda tek canlı yayın yapabilen, dünyaya olan biteni an be an duyuran tek televizyon Al Jazeera idi. Irak’ta savaş cephelerinde, Müslümanların yaşadıklarını dünyaya yine onlar duyurdu. Batı medyası dışında İslam dünyasında olan biteni en şeffaf ve objektif anlatan tek İslam ülkesi merkezli yayın organı da yine onlar. Tüm bunlara bakınca Katar’a yapılan kuşatmanın bölgede haber alma özgürlüğünü sınırlandırmak başta olmak üzere pek çok sebebi olabilir. Diğer taraftan İsrail’in Gazze’yi Filistinlilere bırakmaktan pişman olduğu biliniyor. Gazze’ye en büyük yardım yapan ülkelerden birisi de Katar. Suud hamlesi İslam dünyasını daha da parçalara ayırma hamlesi olarak tarihe iz bırakacak gibi görünüyor. Lapierre-Collins’in “Kudüs ey Kudüs” kitabı, Kudüs’ün İsrail’e terkinde Arap ülkelerinin ne kadar büyük kabahati olduğunu çok iyi anlatır. Bugün de durum çok farklı değil!

#Katar
#Kudüs
#Suudi Arabistan
#Gazze